10 Kasım 2007 Cumartesi

20 Ekim 2007 Cumartesi

Kariyer Laboratuvarı: Ünlü Kariyerler

Biz Penguen’kolikler, her hafta bayiye koşuyoruz, fanatiği olduğumuz bazı karikatüristler, çizgi roman çizerleri var, köşelerini düzenli takip ediyoruz, onlar haftamızın güzel geçmesini sağlıyorlar adeta… Karikatür, çizgi dünyası, acayip bir dünya, daha yakından bakabilmek için çaldık Penguen’in kapısını, bir sandıkla karşılaştık. Bu sandığın içine atladık, Ersin Karabulut ile karşılaştık. Bize Sandık İçi’ni anlattı, en samimi haliyle. Ersin hayranları, benden duymuş olmayın ama, bu adam tam da çizdiği gibi, kıvırcık saçlar, meraklı iri gözler, ve evet, birbirinden farklı renkte çoraplar!!!

exi26: Ersin, sen kimsin?

E.K: 3 Haziran 1981 yılında, İstanbul’da doğdum, İstanbul’da yaşadım. Vatan Anadolu Lisesi’nde okudum, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik bölümü öğrencisiyim hala, uzun yıllardır, uzun yıllar da öğrenci kalacağa benziyorum. Çizerim... Önce karikatür çiziyordum, Pişmiş Kelle dergisinde çıktı ilk karikatürüm, 16 yaşındaydım, lise boyunca arasıra çiziyordum. Bu arada birçok aile gibi benim ailem de, mühendis olmam konusunda ısrarcıydı, ben olamayacağımı anladım ve erkenden uyandım bu konuda, uyanamayanlar da oluyor, mühendislik okuyup sonra gelip, burada çizer olanlar var. Karikatür çiziyordum ama, karikatürlerimin komik olmadığını görüyordum. Karikatüre zaten mesleğe özenerek başlıyorsun, dergide okuyup o adamlara özeniyorsun, çünkü daracık bir okuldasın, ailen sana mühendis ol diyor, arkadaşların kaç netin var diye konuşurken, sen kısıtlandığını hissediyorsun çünkü, sen sadece bir şeyler çizmek istiyorsun, çizmek için değil, çizer olmak için başlıyorsun, sonra çizmeye başlıyorsun. Karikatürde çok başarılı değildim, komik olmuyordu, hatta Engin abi vardı, karikatür çizme sen ya, dedi bana. Çizgim daha anatomikti, “çizgi öykü” çizmeye daha müsaitti, tiplerim çok komik olmuyordu. Ben de, bir yandan okula hazırlanıp, kara kaleme yoğunlaşıp, bir yandan da, çizgi öyküye kaydım. Öyle bir çizgiye yoğunlaşınca, yavaş yavaş çizgiye göre öykü, anlatmaya başlıyorsun Şu anda da, Penguen’de ve Lombak’ta çizgi öykülerim yayınlanıyor.

exi26: Karikatürle çizgi öykünün farkı karikatürün komik olması mı salt olarak?

E.K: Yani karikatürde espri öne çıkmak zorunda. Yiğit Özgür’ün bir karikatürünü ben çizsem, mahvolur o karikatür, çünkü espriyi baltalar benim çizeceğim anatomik bir burun, mesela... Yanlış bir oyuncu seçimi gibi bir şey olur sinemadaki... Çizgine göre öykü bulmak, her zaman daha iyi. Ben şu an Sandık İçi’nde, şunu yapmayı seviyorum: Ruh hallerini anlattığı için o köşe, duygusalsan kendini gerçekçi çizersin, ama karikatürize de çizdiğim oluyor. Bu değişen çizgiyi, daha çok seviyorum.

exi26: Bir günün nasıl geçiyor?

E.K: Dergiye geliyorum, İstiklalde rutin bir tur atıyorum, sinemaya gidiyorum, uyuyorum.

exi26: Bir çizerin iş saatleri nasıldır peki? Dokuz - beş bir iş değil herhalde?

E.K: İstersen buraya hiç gelmeyebilirsin. Evden tarar yollarsın. Mesai saatimiz yok. Bu dışardan bakan birisine rahatlık gibi gözüküyor. Bazen sıkılıyorsun ama bu durumdan. Bir düzensizlik getiriyor. Aynı zamanda da, bu düzensizliği gerektiriyor ama bu meslek. Evlenen arkadaşlarımız var, performanslarında bir düşüş oluyor, ben de kız arkadaşımla çok iç içe olduğum dönemde bunu yaşadım. Son anda bulduğun şeyler, dergiyi dergi yapan şey aslında. Yani geliyorsun, birileri arkanda geyik yaparken, sen sıkışıyorsun, bulman lazım öyküyü, bir adam geliyor hadi matbaaya geç kalıcaz diyor, o anda, o sıkışık zamandaki yoğunlaşmış enerji, dergiyi dergi yapan şey bence. Mizah dergisi, bir gecede çıkıyor. Ağır ağır hazırlanarak çıksa, dergide sakin sakin çizip, mutlu mutlu eve gidilse, bu kadar başarılı olmazdı, bu ruhu yakalayamazdı, diye düşünüyorum, bir panik lazım illa.

exi26: Son zamanlarda, bazı okurların yaklaşımlarından şikayetçisin anladığımız kadarıyla, köşende buna sık sık yer veriyorsun, biraz bahseder misin, okurlarla aran nasıl?

E.K: Ya!!! Aslında iyi; bir çok mail alıyorum, güzel bir paylaşım var, aynı şeyleri yaşadığımızı anlatan bir çok insanın hikayelerini okuyorum ve hoşuma gidiyor. Ama hakkımda yanlış şeyler düşünülmesi, beni çileden çıkartıyor. Beğenmemeleri değil ama, yanlış şeyler düşünmeleri. Aslında çok da umursamamam lazım, yaptığım bir iş var, buna gıcık olanlar da olabilir. Bunu böyle kaldırmak gerekiyor ama şu var, karikatür çizseydim ve hakkımda yanlış şeyler konuşulsaydı gene üzülürdüm, ama işime zarar vermezdi. Benim yaptığım işte, konu mankeni benim ve kendi kendime verdiğim bir sözü tutuyorum, gerçek duygularımı anlatıyorum, hissetmediğim şeyleri çizmiyorum, bu durumda yalan bir şey söylendiğinde, yaptığım iş de yalan olmuş oluyor, bu da kalbimi çok kırıyor, kaldıramıyorum. Yanındaki samimi arkadaşına anlatır gibi anlatınca ve birinin de onu reddettiğini duyunca kırılıyorum.

exi26: Karikatürle, çizimle ilgilenen, meslek olarak bunu seçmek isteyenler için soruyorum, sen sadece bununla mı geçiniyorsun mesela? Bu meslekle geçinilebiliyor mu?

E.K: Geçiniliyor, çok büyük paralar kazanmıyorsun elbette, ama yaşamını sürdürecek kadar kazanabiliyorsun. Biraz isim duyulduktan sonra, dışarıdan da bir sürü teklif gelebiliyor, senaryo yazmak gibi, Selçuk Erdem, Erdil Yaşaroğlu yaptı mesela, şimdi Yiğit Özgür de bir şeyler yapacak. Bana da vardı teklifler, ama ben şu an öyle bir şeye becerim olduğunu, çok düşünmüyorum, geliştirmek lazım, olgunlaştırmak lazım, dolayısıyla sırf dergiler var şu anda. Ama ilerde, okul da bitince başka şeyler de yapmak istiyorum elbette.

exi26: Hedefin ne peki?

E.K: Grafik okuyorum, bitirdikten sonra, afiş yapmak mesela, story board yapmayı vs. seviyorum. Sandık İçi albümünü hazırlarken, kitabın içinde, kapakta vs, daha modern bir grafik yapmayı düşündüm ama, o zaman oturmayacaktı üzerine, çünkü içinde gayet alaturka bir çizim var, normal karelenmiş falan. Grafiği de seviyorum, onunla ilgili bir şeyler de yapmak istiyorum. Para için de değil ama, sevdiğim için, yoksa tanınmış ve satan bir dergide bir köşen varsa, geçimini sağlarsın dediğim gibi. Penguen bizi gayet idare ediyor, şu anda.

exi26: Ailen ne diyor bu gidişata?

E.K: Küçüklüğümden beri fenciyim ben, fenciyim ben diye bir gaza gelmişlik vardı. Bir kabullenmişlik vardı, oysa fen dersim de iyi falan değildi, babam bilim teknik dergileri alır dururdu, ben de öylesine okurdum, babam ablamla bana bir soru soruyordu mesela, ablam bilemiyordu, ben biliyordum, okumuş falan oluyordum. O zamanlar şöyle bir diyalog oluyordu, ablam, e tabii sen fencisin, ben sözelciyim, bilmen normal diyordu, ben de “evet ben fenciyim” diyordum. Ya!!! İlkokuldasın, ne fencisi? Ben farkında olmadan alttan alttan astronot olucam falan, zannediyordum. Uzay fakültesi astronot bölümünde okuyorsun, mezun oluyorsun, diploma veriyorlar, uçuyorsun zannediyordum. Neyse sonra, fenci miyim? Fen mi? diye diye kendimi buldum. Ama annem iki yıl öncesine kadar: Şu okulu bitirsen, bir de tıp okusan, bak Melahat’ın oğlu Ercan’a beyaz önlük ne kadar yakışıyor, falan diyordu. Sonra, son bir yıl içinde vazgeçtiler oğullarından. Çizerliğe nasıl bakıyorlar bilmiyorum ama, yakın bir zamana kadar, “oğlum bırak bu işleri” cümlesi sık sık duyuluyordu evde.

exi26: Seni rahatsız etmiyor mu? Ya da kafanı karıştırmıyor mu?

E.K: Çok rahatsız oluyorsun tabii... Lisede Pişmiş Kelle’de çiziyordum ve tirajı çok düşüktü, para almıyordum yıllarca. O zaman tabii, “oğlum sen napıyorsun, boşa uğraşıyorsun” deyip duruyorlardı..Aile için odur ya kriter, ama yavaş yavaş onlardan para almamaya başladım, ki dört yıl oluyor, o zaman bir altın bileziğim olduğunu düşündüler, bir şeyler yapıyormuş demeye ve şikayet etmemeye başladılar. Son zamanlarda, gazetelerde falan röportajlar çıkmaya başlayınca, daha bir sahiplendiler, kıymete bindim biraz..Babam bile arkadaşlarına gazeteleri gösteriyormuş, odasına asmış bir çizimimi falan.

Annemle beraber röportaj yaptılar yaa, annem giyinmiş gelmiş. İmza gününe gelmişler bir gün haber vermeden, bir süre sonra etrafımdaki kalabalık azaldı, bir baktım, annem kendi kalabalığını oluşturmuş. Leman teyze anlatıyor, neredeyse imza verecek. Biraz gurur duyuyorlardır artık herhalde, gene de mühendis olmamı isterlerdi, ayrı konu. Babam, ablam, annem, hiç okumazlardı dergiyi, hatta babam hangi dergide çizdiğimi bilmezdi. Babam, zamanında resim yaparak geçimini sağlardı, dolayısıyla işin pis, zahmetli kısmını bildiği için, oğlunun da böyle bir işe bulaşmasını istemedi.

exi26: Ama yetenek de ondan gelmiş herhalde?

E.K: Ben öyle diyorum, çünkü hatırlamıyorum çizmeye nasıl başladığımı, herhalde küçücükken başlamışım ona bakıp bakıp. Çok istemedi o yüzden, şimdi babam da memnun ama, bir kez para istesem hemen bırak bu işleri deyiveriyor. Aileler çocuklarının rahat yaşamalarını istiyorlar, sıkıntı çekmelerini istemiyorlar. Mesela gece geç saatlere kadar çiziyorum, annem bazen elinde sütle geliyor, yavruum sütünü iç te öyle yat diye, sen orda bir kare daha çizebilmek için kasmışken, bir rehavet geliyor, huzur geliyor, dolmaları da yiyip uyuyayım diyorum, o yüzden gelip dergide çalışıyorum, burada anne yok, Umut Sarıkaya var, o da dolma yapmıyor.

exi26: Pengueni beğeniyor musun genel olarak?

E.K: Evet, her hafta Çarşamba sabahları alıyorum ve her sayfasını zevkle okuyorum, gerçekten de şu anda, iyi bir çizgide “Penguen” bence.

exi26: Vapurlarda, dolmuşlarda Penguen okuyup eğlenenlere rastlıyoruz, sen de rastlıyor musun, neler hissediyorsun?

E.K: Aaa, benim için çok acayip oluyor. Kaç kere gördüm. Beni okuduğunu gördüğüm insanlar oluyor, çok güzel bir duygu tabii. Bir kız yanımda benim köşemi okudu ve çok güzel bir kızdı, hemen de benim sayfamı açtı falan, delirdim yanında, “sen çok güzelsin, beni okuyorsun, ben neler neler anlatırım sana güzelim” diyesin geliyor ama, çok züppece bir hareket olur tabii.

Pişmiş Kelle’de, 17 yaşındayken, birkaç haftadır köşem çıkıyor ve dergi de çok satılmıyor falan, vapurda pişmiş kelle okuyan bir kız gördüm; nimet o anda benim için!!! Görmüşken atladım. “Merhaba, (sesimi de kalınlaştırmaya çalıştım) Pişmiş Kelle’yi hep okuyor musunuz dedim, anlamsız bir bakışla evet? dedi, şey ben orda çiziyorum, göstereyim mi dedim, kız da ne desin, gösterme diyemedi tabi, hah işte şu benim dedim, orda küçücük bir köşe, hıımm tebrik ederim, güzelmiş dedi kız ve okumaya devam etti, ama orda benden bi tiksindi yani, ben de hımm teşekkür ederim diyip denize doğru bakmaya başladım ama, kıpkırmızıyım. Ölsem serin sularda o an…

Kaynak: exi26.com

14 Temmuz 2007 Cumartesi

Kim bu adam?

3 Haziran 1981'de İstanbul Eminönü'nde doğdu... Ardından biraz büyüdü, Bayrampaşa ilköğretim okulunda okudu. Okurken büyümeye devam etti. Yeteri kadar büyüyünce Vatan Anadolu Lisesine girdi ve orda da 7 yıl kadar büyüdü...

Her anne baba gibi bununkiler de biricik oğullarının mühendis, doktor falan olmasını istediler ama Ersin'in kafası hakkaten matematiğe falan çalışmıyodu, hiç çalışmıyodu yaa öğle böyle değil... Hep 100 üzerinden 30 alıyodu... Bi kere 85 aldı ama o da nasıl oldu kendisi de anlamadı, sordum, hala anlamıyomuş... Neyse ne diyoduk bu baktı kendisinden ne mühendis olur ne doktor... Bitek şeyi seviyo, o da malum, bi şeyler çizmek etmek... Orta okulun sonların da mizah dergilerine karikatür çizip götürmeye başladı. 16 yaşındamıydı neydi, ilk karikatürü Pişmiş Kelle dergisinde çıktı. Ardından köşe çizmeye başladı... Dandik dandik bisürü şey çizdi... Pişmiş Kelle'nin dışında, aralarda Gırgır ve Ördek'te çalıştı biraz. Bu sırada tabii biraz daha büyüdü ... Lise bitince içinde büyüme devam edebileceği bir üniversiteye girmesi gerekliydi... O da bu iş için Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Grafik bölümünü seçti... İkinci sınıftayken Lombak dergisinde çalışmaya başladı, dersleri de bi güzel salladı... Tam derslere yoğunlaşmaya karar verdiği sırada Penguen dergisi çıktı... Bu orda da çalışmaya başladı... 2007 yılında ise bir kaç arkadaşıyla birlikte Uykusuz Dergisi'ni kurdu.

Kaynak: penguen.com

8 Temmuz 2007 Pazar

Ersin Karabulut: Sandıkçı geldi hanııım…

Ersin Karabulut, Sandıkiçi ile en yakın arkadaşlarımızdan biri oldu ya, neymiş bu adamın numarası diye yoklamaya karar verdik. İçini dışını biliyor olmamızdan olsa gerek, keyifli ve bol kahkahalı bir röportaj yaptık, yolda rastlarsanız çekinmeden yanına gidip merhaba diyebileceğiniz şeker gibi biri olduğuna karar kıldık.

İşte Genç: Güzel sanatlar okudun değil mi… Karikatüre nasıl başladın?

E.K: İstanbul'da doğdum, 81 doğumluyum. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü'nde okuyorum. 99'da girdim, hala da okuyorum. 2 yıldır dondurmuş durumdayım, düşün yani daha yıllarım var. Birinci sınıftayken bakıyordum sakallı makallı adamlar geliyordu, arkadaşlarla "sen hala mezun olmadın mı yahu, senin yaşıtların dede oldu dede, çocukları oldu" diyorduk onlara. Herhalde onlardan biri oluyorum ben de.

İşte Genç: Her dediğin şeye "bunu da köşede okuduyduk" diyecek miyiz?

E.K: Her dediğim şeye demezsin de senin hafıza da iyiymiş ama. Ben bile ne çizdiğimi hatırlamayabiliyorum, düşündüm mü, çizdim mi unutabiliyorum. Çizmiş oluyorum çoğu zaman. Bir de köşe iyice hayatım olduğu için artık, çizmişimdir herhalde bir sürü şeyi. Çizmediklerimden bulmaya çalışayım sana.

İşte Genç: Okulda hocalar nasıl bakıyor karikatür işine ya da bu dergilere? Ciddiye alıyorlar mı? Ya ondan önce, bu işe karikatür demek doğru olmadı değil mi?

E.K: Değil. Ben karikatür çizmiyorum. Çizgi öykü. Karikatür tek karelik esprilerdir. Ben onları beceremiyorum, keşke becerebilsem de çizsem. Çizgim de müsait değil ona, komik olmuyor. Al Gülüm Ver Gülüm'e çiz diye önüme koyuyorlar bazen espriler, kötü kötü şeyler oluyor. O başka bir yetenek. Ben Pişmiş Kelle'de 16 yaşında başladım, o sırada karikatür çiziyordum. Çünkü derginin önemli ismi olman gerekiyor öykü çizebilmen için. En azından bir yarım sayfan olmalı, hatta daha fazla. Benim şu an çizdiğim kadar mesela, yarım sayfadan biraz daha fazla, 'kalın ayak' deniyor ona. Orada tek karikatürler çiziyordum, sonra sütun çizdim, Pişmiş Kelle tirajı yüksek, amatör çizerlerin akın ettiği bir dergi değildi, o yüzden beni çok yetenekli filan olduğum için almadılar yani. O aralar herkes Leman'a gidiyordu.

Lisedeyken bayağı bir çizdim, iki haftada bir köşe yapıyordum ama kötü oluyordu, çizemiyordum işte. Çok komik biri değilim ben, eksiklik olarak söylemiyorum bunu, muhabbette de komik değilim pek. Eğer çizeceksen orijinal bir şeyler bulman gerek, bulamıyorsan dergiye bir katkın olmuyor, okuyucu da anlıyor bunu. Oluyordu da ne çiziyordum biliyor musun, dergilerde gördüğün vasat espriler işte, patlıcan burunlu adamlar vardır ya, şablon karikatür tipleri, onlardan çiziyordum işte. Oradaki ağabeyler, "sen karikatür çiziyorsun ama beceremiyorsun, çizme, başka şeyler çiz" dediler. "Başka bir bileğin var" dediler; daha artistik, anatomik çizgiye gidiyordu elim. Okula hazırlansam mı diye düşünüp resme ağırlık vermiştim o sıralar, zaten çizemiyorken iyice karikatür çizemez oldum. Başka şeyler yapayım dedim, yoksa karikatür çizme deselerdi belki hala kötü kötü şeyler çiziyor olabilirdim.

İşte Genç: Okul kısmına gelirsek… Hocalar, öğrencilerinin mizah dergilerinde çalışmasına sıcak bakıyor mu ya da mizah dergilerine saygı duyuyorlar mı?

E.K: Akademik ortam tuhaftır biliyorsun. Mimar Sinan'da da sanatçı ve sanatçı geçinen bir kitle olduğu için mizah dergilerini biraz kitsch bulurlar, entelektüel boyutu yok gibi görürler ve gösterirler. Ben öyle bile olsa memnunum da o kadar pek kimseye söylemezdim. Okuyanlar olduğunu biliyordum ama kimse de gelip "çok güzel çiziyorsun tebrik ederim" filan demedi yani. Sadece arada muhabbet ederken birileri "hı, evet, çizmiştin onu?" diyordu, "aa okuyor musun onu" diyordum.

İşte Genç: Lombak'ta okuldaki bir hocan hakkında bir şey çizdiğin ve onu okulun duvarına astıkları bir macera vardı…

E.K: Çok fenaydı o. Derginin tirajını biliyorum ama hiç yanı başımdakilerin, mesela hocanın kızının okuyabileceğini düşünmüyordum. Meğer hocanın kızı çok seviyormuş beni. Ben bir güzel çizdim hocayı. Grafik tarihi diye bir ders, ben de derste çok sıkılmışım, ne işim var benim burada diyorum ve bir şeyler hayal ediyorum. Çizdim bunu, yayınlandı bir güzel. Sonra öğretmenlerin odasına fotokopiyle büyütülüp asılmış, herkes de okuyormuş. Ne yapsam diye düşünüyorum, zaten dersinden geçemiyorum, tanıyacak diye korkuyorum, iyice battık yani. Bereyle filan gittim bayağı okula, "şudur işte çizen hocam" diye gösterecekler diye korkuyorum. Üç ay filan o orada durdu, üç ay sonra bu sefer bu olayı çizdim, ondan sonra indirdiler. Okulda dediğim gibi, mizah dergilerinde çizmeye çok destek olduklarını söyleyemem.

İşte Genç: Zıplama noktan ne oldu?

E.K: Ben öyle bir patlama yaşamadım. Pişmiş Kelle, kar etmiyor diye kapandı. 2001'de Lombak başladı, ben de Kelle'de çiziyordum diye oraya başvurdum, Bahadır Abi biliyormuş beni. Takip etmiş "bu çocukta bir şeyler var" diye. Çizgilerime baktılar, direkt 3 sayfa ile başladım Lombak'ta. Bir yıl sonra da Penguen başladı, orada köşe almak çok kolay oldu zaten.

İşte Genç: Çizim olarak etkilendiğin birileri var mı?

E.K: Tamamen usta çırak ilişkisi ile ilerliyor bu iş, okulu filan olmadığı için. İlk hocalarımı çok gurur duyarak söyleyeyim: Kemal Aratan, Engin Ergönültaş ve Behiç Pek. Bir dergide çalışarak işin jargonunu öğreniyorsun gide gele, yaşın küçük olsa da çizemesen de patlıcan burunlu adamla çizsen de o dili öğreniyorsun. Onların yanında dura dura sabahlamayı, iş ahlakını öğreniyorsun. Buraya geldikten sonra da Kenan Yarar olsun, Memo Tembel Çizer olsun, Suat Gönülay, bir sürü kişinin emeği oldu.

İşte Genç: Kenan Yarar'a benzetmişler çok, ben alaka kuramadım?

E.K: Sen Lombak'taki öyküleri bilmediğin için öyle diyorsun. Ortaokulda, lisede ben hastasıydım Kenan Yarar'ın. Çizmeye başlamamın en önemli sebeplerinden biridir. Benim Lombak'da yaptığım öyküler de onun tarzında öykülerdi. Taklit ediyor diyenler oldu, taklit de etmişim farkında olmadan aslında. Özgün olmak istiyorsun ama adamı o kadar örnek almışsın ki öykü yapış tarzın ona benzemeye başlamış. Bir hikayemin finali, onun çok eskiden çizdiği bir hikayenin finaliyle aynı olmuş, farkında değilim. Lombak dergisinde çalıntı öykü çizecek değilim, deliller filan her şey meydanda zaten, rezil olurum. Oldum da rezil zaten ama… Ben çizdim bunu, yayınlandı, bizim bilgisayarcı Fırat "Oğlum, Kenan Yarar'ın öyküsünün aynısı yapmışsın" dedi. Daha sonra buldum ben bu öyküyü, okumamış da değilim, okumuşum öyküyü, aklımda kalmış bir şekilde. Benzetmeleri normaldir yani. Şu an yaptığım işin çizgisinin de öyküsünün de benzediğini zannetmiyorum.

İşte Genç: Sandıkiçi zamanla mı ortaya çıktı yoksa "dur ben şöyle bir şey çizeyim" diyerek mi oturdun masaya?

E.K: Dört hafta sürecekti önce. En başında çocukluğumda başıma gelen travmatik olaylar ve günümüze etkileri gibi bir şeydi. Daha sonra daha güncel şeyleri anlatmaya başladım, otobüste yanımda oturan adamın bacaklarını iyice açarak yer kaplaması gibi bir muhabbete kaydı ya da sevgililerle konuşamamak. Çocuklukla ilgili çok fazla şey kalmadı ama bir konu anlatırken aklıma gelen bir anı varsa onu da araya serpiştiriyorum.

İşte Genç: Kız arkadaşları seni seviyor diye kıskananlar olduğu hakkında çizmiştin. Neden biri böyle bir şey için kıskansın ki?

E.K: O köşede, toplamda, yani toplamına bakarsak, yani totalde diyelim (gülüşmeler), iyi bir figür var. Ben iyi bir insan olduğumu düşünüyorum. Oraya gidip de başka hallerimi çizmiyorum ama. Melek değilim kesinlikle, birilerine tepeden de bakabiliyorum, ukala da olabiliyorum, kimisiyle konuşmak istemiyorum. Ama toplamda iyi bir figür var ve insanlar "çok iyi birisi, çok duygusal" diye belledi. Aslında kimseden daha duygusal, daha hassas, daha duyarlı filan değilim. Çizdiğim şeyin fazlaca duygusallık olduğunu sanmıyorum, herkes bir şey hakkında çok düşünürse o konuda takıntılı davranmaya başlayabilir. Ama duygusal bir imaj oluştu, kızlar da duygusal, hassas bilmem ne olan erkeklere daha bir yakın hissederler biliyorsun, erkek arkadaşlarının da öyle olmasını isterler. Kızların ilgilerinin erkeklerden daha fazla olduğunu görüyorum ben maillerden, şundan bundan. Böyle olunca da sanırım, "ya çok iyi çocuk" filan deniyor, erkekler de sinir oluyor buna.

Benim kız arkadaşım gelip biri hakkında "ya çok tatlı ya, sen hiç böyle değilsin, kabasın" dese ben de sinir olurum o adama. Ben kimsenin kız arkadaşına gidip "ah hah hah, merhaba" diyecek değilim ki. "Oh, bugün de Sedat'ın sevgilisini tavlayayım" filan. (kahkalar) Öyle mikrop adammışım gibi davranmaya bayılıyorlar bana.

Hiç tanımadığım adamdan mail geliyor "sevgilime asılmışsın, gelmeyeyim oraya" diye, sevgilisinin de resmini koymuş. Hayatımda görmedim. Dedikoduya bakar mısın, motosikletimle liselerin önüne gidiyormuşum, tanışıyormuşum filan. Motosikletim yok, bisiklete binmeyi bilmem. Bilinen başarılı birinin, kendim için söylemiyorum tabii de, televizyondan birinin mesela, ne kadar mikrop olduğunun dedikodusunu yapmak büyük haz veriyor anladığım kadarıyla. "Oğlum o var ya, herkese asılıyormuş" dense bana da, "hadi yaa" der inanırım, hoşuma gider. Çok duygusal olmadığımı söylesem de kimseye isteyerek kötülük yapmayan, herkese bir değer verdiğini düşünen biriyim sonuçta. Bir de şöyle bir durum var, ben karikatür çizsem de bana "aslında var ya, çok fena bir adammış" deseler daha az üzer. Gayet kendimi ortaya koyarak hikayeler anlatıyorum, bunların en ortasında ben varım, yalan dendiğinde direkt benim şahsıma yalancı denmiş oluyor yani.

İşte Genç: Çok büyük maceralar da yok ki neden yalan desin insanlar?

E.K: Ben de bilmiyorum onu. Beğenen kadar beğenmeyen olma durumunu kabul ediyorum işte.

İşte Genç: Herkes "ah bunu ben de yaşamıştım", "bak aynı benim gibi" diyor. Eh madem sen de yaşadın aynını, neden enteresan geliyor? İnsanlara fantastik yeni bir şey sunmuyorsun ki?

E.K: Mizah dergilerinde, gerçek olsun kurgu olsun kendini anlatan birçok kişi oldu. Benimki çok özel, çok farklı gibi bir geyik yapmayacağım ama sanırım bunun farkı küçük detayları anlatması ve bunu bir hikaye diliyle değil de sohbet diliyle yapması. Yeni bir arkadaş edinmenin ve onu tanımanın verdiği haz olabilir örneğin. Bir kerede yazıyorum o metinleri, ikinciyi denersem kasılıyorum ve uzun cümleler filan kurmaya çalışıyorum, "Ay valla" diye başlıyorsa o öyle kalmak zorunda, yoksa gerçekten batıyor bana.

İşte Genç: Eskiden kalan bir şeyleri hatırlamak için özellikle mesai harcıyor musun?

E.K: Bir anı anlatayım diye oturmuyorum, konu anlatayım diye oturuyorum. Ruh halime göre aşk meşk konularını anlatıyorum mesela, o konu hakkında fikirlerimi anlatırken arada da ilgili şeyler geliyor aklına, özellikle bir anı yazayım diye düşünmüyorum yani. Düşünsem belki çok şey çıkar ama zorlanıp çizemem, bilemiyorum. Masada otururken laf lafı açar, başına gelen bir şeyi anlatırsın ya, benimki de o, gerçekten sohbet işte.

İşte Genç: Ben en travmatik anımı anlatırken bile bunu hatırlamaktan, anlatmaktan keyif alırım. Sen de gerçekten travmatik durumları anlattığına göre sen de böyle bir zevk alıyor olmalısın.

E.K: Atlatmışın demektir işte o travmayı böyle hissedince. Eziklikler komiktir, paylaşınca daha da komik oluyor. Bir de samimiyet önemli. Hemen samimi oluyorum, bunun karşılığını zaman zaman kötü şekilde de aldım ama ben yine de bunu seçiyorum. Bu şekilde bütün eksilerin ve artılarınla adamın karşısına çıkıp samimi davrandığında o da sana samimi davranıyor, güzel bir şey ortaya çıkıyor.

İşte Genç: Bazen çok yamuk yumuk ve ezik çiziyorsun kendini. Kendine güven mi bu ya da tersi mi?

E.K: O ruh halleriyle ilgili. Bir kız seni istemiyorum dediğinde kendini yakışıklı çizmezsin. Sandıkiçi, ortalama bir Türk gencinin ruh hallerini anlatıyor. Öyle bir durumda kendine çok güvenir bir halde çizemiyorsun, boynun bükük çiziyorsun kendini.

İşte Genç: Ama gerçek hayatta hiç çizdiğin gibi yamuk yumuk bir çocuk değilmişsin.

E.K: Antipatik görünür abartırsan da. Ben kendimi gerçekten öyle görmüyorum. Kendimi sürekli Bahadır Boysal gibi hissetmiyorum. Mesela şu kareyi çizseydim ben, senin bana "aslında öyle ezik büzük değilmişsin" dediğin kareyi hayal edelim, ben kendimi "ah hah hah" diye gülen üçgen bir adam olarak çizerdim (kahkahalar).

İşte Genç: Sokakta tanıyıp gülüşenler oluyor mu?

E.K: Çizgili tişört giydiğimde tanıyanlar oluyor, enteresan o. Yüzden değil yani. Tişört olunca, kıvırcık saç filan, tam o karelerdeki adama benziyorum ben. Bir de birkaç dergide resmim filan çıktı. Bazen "Hooop, Ersin" diye bağıran oluyor, dönüyorum kimse olmuyor arkamda filan.

İşte Genç: Sizin köşeyi okuyan biri görünce "ben çizdim bunu ben, ben" diyor musun? Ya da diyesin var mı ne bileyim?

E.K: Pişmiş Kelle'deyken yapmıştım, onu da çizdim zaten. Vapurda bir kız okuyordu, ona söylemiştim ama daha yeni çizmeye başlamıştım. 16 yaşında bir çocuksun, ilgiye açsın filan. Sesimi de kalınlaştırıp "merhaba, her hafta okuyor musun" diye sordum, "okuyorum" dedi, "bak bunu ben çiziyorum" dedim, "öyle mi, tebrik ederim" dedi ve indi vapurdan. Hiçbir şey olmadı. Yanımda okuyanlar oluyor, çok komik durum diye kendi kendine gülüyorsun ama başka "bunu ben çiziyorum" dediğimi hatırlamıyorum. Bir de ne diyeceksin ki, "merhaba, bunu ben çiziyorum bakın çok şahane" mi? O ne diyecek, "iyi, ben bu durakta ineyim", sonra ne diyeceksin, "beraber inelim" mi? Yanlış algılanabilir bunlar, sonra hemen internette hakkında dedikodular yazılmaya filan başlanır "otobüste bile asılıyor" diye (kahkahalar).

İşte Genç: İş gecikiyor, dur şu taramaları biraz seyrelteyim dediğin olmuyor mu?

E.K: Azaltıyorum da zaten, bir gecede yapıyoruz çünkü biz onları, keşke bir haftada yapsak uzun uzun.

İşte Genç: Neden öyle peki?

E.K: Öyle… Hiç bilmiyorum, çok tuhaf. Sen de bu işi yap, inan ki anlarsın. Denedim erkenden yapmayı ama son güne kalmadan yapamıyorsun. Çok ilginç değil mi… Çok hastalıklı bir durum aslında. Herkes denemiştir erken bitirmeyi, "bu hafta erken bitiriyorum" dersin, herkes güler içinden.

Çarşamba günü başladım diyelim, konuyu buldum, bir kare de çizdim, "oooh" diyorum, "ertesi gün iki kare, öteki gün iki kare filan, süper olucak". Ben bugün bir kareyi çiziyorum ya, yarın "eee, cuma yaparım artık" diyorum, cuma cumartesi diyorum, derken pazartesi gecesi işe başlanıyor. İlk karenin çok güzel, son karenin berbat olduğu zamanlar oluyor.

İşte Genç: Çizememek çok şahane bir malzeme değil mi, herkes bununla ilgili bir şeyler yapmıştır, keyifle de okunur hep.

E.K: Çok sıkıştığında yaparsın ama kimse tercih etmez. Daha nadir yapıldığı için orijinal gelir okuyanlara, o yüzden keyifli olabiliyor.

İşte Genç: Bu işe bulaşmaya ölüp biten okuyucalara ne önereceksin?

E.K: Çizer olmakla çizmek arasında fark var. Bir grup sadece çizer olmak için çizmek istiyor. Popüler olmaya başlayan bir meslek ya, popüler bir durum gençler arasında mizah dergisinde çalışmak. İşte bu çizer olmak. Çizer olmak için çizmeye çalışan adamın çok fazla şansı olacağını sanmıyorum. Çizmek isteyen adam ise başka bir işi isteyerek yapamayacağının, başka bir işte başarılı olamayacağının farkındadır, biraz da zorunluluktan karalaya karalaya bu işi başarır. Olacak adam mutlaka olur. İçinde bir çatlak bulur, ben gideceğim o Penguen dergisine der. İnsanlar dosyalarla geliyor. Dergiye gelsinler. Olacak adam mutlaka olur, olamayan adam ise peşini bıraktığı için olmuyordur. İnanmakla alakalı bir şey işte, umutsuzluğa kapılmamak gerek. Çok klişe olacak ama çok çizmek de bileği geliştiriyor.

İşte Genç: "Ben bunun için işimi gücümü bırakırım" dediğin bir program ya da çizgi dizi var mı?

E.K: Seinfeld var, Simpsons her zaman olmuştur. Çocukken Voltran, Clementine, Robotech ya da He-man yayınlansa izlerdim, şimdi de olsa izlerdim. (Muhabbet buradan sonra Clementine'nin ne kadar korkunç bir dizi olduğu, arabalı Voltran mı yoksa kaplanlı olan mı döver gibi yönlere doğru uzayıp gitti…)

Kaynak: istegenc.com.tr